ESKİŞEHİR İL KÜLTÜR VE TURİZM MÜDÜRLÜĞÜ

Efsaneler

Çağlar boyunca Halk Edebiyatı ve folklor bakımından Eskişehir ve çevresinin yaşantısına kuş bakış bakılırsa, bu açının gerek eser, gerek şahsiyet, gerekse çeşitli örnekler bakımından büyük bir alanı kapsadığı görülür.

Halk Edebiyatımızın biricik siması Yunus Emre, çağlar boyunca bu topraklardan seslenmiştir.

Sarıköy’de ekincilikle geçinen ve gayet yoksul olan Yunus Emre, bir kıtlık yılında buğday istemek üzere, Suluca Karahöyük’te Hacı-Bektaş Veli Dergahı’na giderken, eli boş gitmemek için dağdan alıç toplayıp götürür. Geldiğini ve ziyaret sebebini kendisine bildirdiklerinde Hacıbektaş Veli, adamları vasıtası ile sordurur:

- Buğday mı verelim, nefes mi?

Yunus:
- Nefesi ne yapayım bana buğday gerek.

Hacıbektaş:
- Buğday gerekse verelim. Fakat nefes gerekse getirdiğin alıçın her tanesine bir nefes verelim.

Yunus yine:
- Nefes neme gerek, der.

Hünkar bu kez de:
- Buğday gerekse verelim. Fakat nefes gerekse getirdiğin alıçın çekirdeği başına on nefes verelim.

Yunus bu söze karşı dayatır. Çoluk çocuğu olduğunu, nefesin onların karnını doyurmayacağını söyler.

- Ben nefesi neyleyim? İhsan ederlerse bana buğday versinler, der.

Hünkar’ın emriyle öküzünün götürebileceği kadar buğday yüklenir. Yunus veda edip yola koyulur, fakat köyden biraz uzaklaşınca aklı başına gelir.

- Eyvah ben ne olmayacak iş ettim. Bana nasip sundular kabul etmedim. Hem de alıçın her çekirdeği başına on nefes sundu da kabullenmedim. Buğday bir nice gün sonra tükenir. Nefes ölünceye dek tükenmez. Geri dönüp erenlerin eşiğine varayım. Belki bana himmet ettikleri nasibi verirler.

Diyerek dönüp dergaha gelir. Öküzüne yüklediği buğdayı indirir.

- Erenler bana himmet ettikleri nasibi versinler, der.

Halifeler bu hali hünkar’a bildirirler. Hacıbektaş Veli buyurur ki:

- Bundan artık bu iş burada olmaz. Biz onun kilidi anahtarını Tapduk Emre’ye verdik. Varsın nasibini ondan alsın.

Yunus tekrar yola düşüp Sarıköy’e gelir. Araya araya Tapduk Emre’yi bulur. Hünkar’ın selamını söyler. Tapduk Emre:

- Safa geldin, kadem getirdin. Olanı biteni biliyoruz. Hizmet et emek yetür, nasibini al, der.

- Yunus kırk yıl Tapduk Emre’ye canla başla hizmet eder. Dağdan sırtı ile dergaha odun taşıya taşıya sırtı kabarır, hatta yara olur. Fakat kimseye bir şey demez. Tapduk Emre de Yunus’u sever. Bu hal öteki dervişleri kıskandırır. Şeyhin kızını seviyor da ondan bu derece hizmet ediyor gibi sözler alttan alta söylenmeğe başlar.

Yunus’ta böyle bir art düşünce yoktur. Şeyhi de bunu bilir. Bir gün Yunus tekkeye yine odun getirmiştir. Tapduk Emre sorar:

- Bunlar ne düzgün odunlar. Yunus dağda eğri odun yok mu?

- Var amma kapınızdan içeri eğri girmez. Bu kapıya eğri yaraşmaz.

Soru da cevabı da aslında, o yersiz düşünce ve dedikodulara karşıdır.

Bir gün dağda hazırladığı odunları sarmağa elindeki kıldan ip yetişmez. Yılanlar gelip birbirine düğümlenir, boylu boyunca ip gibi uzanırlar. Yunus onlarla odunları sarıp sırtlar ve Tapduk Emre’nin dergahına getirir. Odunları yere bırakınca yılanlar çözülür, kaybolup giderler.

Tapduk, Yunus’un doğruluğunu biliyor, ondan şüphe etmiyordu. Bu gerçeği belirtmek için Yunus’u konuşturmuştu. Bir gün kardeşler yalancı çıkmasın diye kızını Yunus’a verdi. Tapduk Emre’nin kızı bilgili, iyi yetişmiş bir kızdı. Ulu mertebelere ulaşmıştı. O Kur’an okurken akan sular durur, dinlerdi. Yunus:”Ben bu nimete layık değilim.” diyerek ömrü boyunca kıza dokunmadı.

Yunus yıllar yılı şeyhine hizmet etti. Fakat beklediği himmeti bulamadığı ve bulamayacağı sanısına kapıldı. Kaçıp dağlara düştü. Bir rivayete göre bir mağarada, bir başka rivayete göre de yolda yedi erle buluştu. Her gece onlardan biri dua ediyor, ortaya bir sofra yemek geliyordu. Sıra Yunus’a gelince düşündü: diye. İçinden onlar kimin adını vererek dua etti ise ben de öyle yapayım dedi ve öyle yaptı. O gece önlerine iki sofra yemek geldi. Erenler şaşırıp sordular:

- Kimin yüzü suyu hürmetine dua ettin?

Yunus:
- Önce siz söyleyin, dedi.

- Tapduk Emre’nin kapısında kırk yıl hizmet eden erin yüzü suyu hürmetine dua ederiz.

Yunus bu cevabı alınca koşa koşa tekkeye dönüp Tapduk Emre’nin karısına sığınır:

- Beni bağışlat, diye yalvarır.

Ana Bacı:
- Tapduk birazdan sabah namazına abdest almak için kalkar. Kapının eşiğine yüzükoyun yat uzan, üstüne basınca:
- Bu kim? diye sorar.

Ben:

-Yunus, derim.

- Hangi Yunus, diye sorarsa bil ki gönlünden çıktın. Artık buralarda eğlenme, durma git.

- Yok, bizim Yunus mu, derse ayaklarına kapan kendini bağışlat.

Yunus, Ana Bacının dediği gibi yapar.

Tapduk’tan:

- Bizim Yunus mu? Sözünü işitince davranıp ayaklarına kapanır, kendini bağışlatır.

Tapduk elindeki asayı uzağa doğru fırlatıp atar.

- Git asayı nerede bulursan oraya yerleş, der.

Yunus yola çıkar. Asayı Sarıköy’de bulur. Oraya yerleşir. Halkı irşada başlar. Yunus Emre göçtükten sonra bir gün Molla Kasım adında biri su başına oturmuş Yunus şiirlerini okuyor, düşüncesine aykırı gelenleri yanan ateşe atıp yakıyormuş. Böylece bin tanesini yakmış, bin tanesini yel uçurmuş. Bin tanesini de suya atmış. Geride kalanları okumağa devam ederken:
Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sıygıya çeker bir Molla Kasım gelür

Beyitine gelince aymış ve Yunus’un mertebesini anlamış. Fakat olan olmuş. Ateşte yanıp duman halinde göğe ağanlar meleklere, havaya uçanlar kuşlara, suya atılanlar balıklara gitmiş. Elde kalanlar da ademoğullarına kalmış. Yunus’un şiirlerinden herkes nasibini almış.

Yine rivayet olunur ki;
Mevlana bir gün yanındakilere:

- Manevi mertebelerden hangisine vardımsa Türkmen kocasını önde buldum.

Diyerek Yunus’u övmüş, kadrini yüceltmiş.

Halk efsaneleri, destanlar konuşma dili ile oluşturulmuş bir anlatı türüdür. Anlatılanın gerçek olduğuna inanılır. Geçmişte bir gerçeği vardır. Ancak zamanla hayal mahsulü bilgilerle değişikliğe uğramıştır. Türbesi Seyitgazi ilçesinde bulunan Baba İlyas efsanesi halk efsanelerine bir örnektir.

Baba İlyas Efsanesi:
Şücaeddin-i Veli Horasan’dan geldiği zaman su yokmuş. Halk suyun olmayışından çok zorluk çekiyormuş. Veli’nin başparmağını soktuğu yerden sular akmağa başlamış. Buraya Çille Han demişler. Şimdi burada beş koldan su akmaktadır.

Şücaeddin-i Veli Hazretleri bir gün dışarı çıkmış. Çimenliğe oturmuş. Yanına bir tabur asker gelmiş. Aç kaldıklarını söylemişler. Bunu duyan Veli Hazretleri, şimdi Bal Pınarı olarak anılan yere gitmiş. İki parmağını yere sokmuş. Birinciden yağ, diğerinden bal akmağa başlamış. Gelen tabur karnını doyurup gittikten sonra, buranın başında kavga olmasın demiş. İşte o zamandan beri buradan su akar.

Kenara çekilmiş. Altına bir post yaymış oturmuş. “Bunun altından çıkan arpaları askerin atları yesin” demiş. Bir de baksalar ki bir yılan ağzından arpa akıyor. Yüzlerce hayvan yemiş, bitirivermiş. Sonra arpalarda ortadan kaybolmuş.

Balpınarı yanında bir su vardır. Veli “Bu su hastalara şifa olsun” demiş. Şifa olmuş. Suyun adı Sıtma Suyu kalmış.

Şücaeddin-i Veli gelen bir tabur askere iki tencere yemek kaynatıyormuş. Altında ise iki mum yanıyormuş. Bir taburla gelen Mürüvvet Ali Paşa bu duruma kızmış. “Bu kadar yemek hangimize yetecek” diye söylenmiş. O zaman Veli “Yettirecek ben değil miyim? “ karşılığını vermiş.Askerden et isteyene et, pilav isteyene pilav vermiş. Böylece askeri doyurmuş. Bu duruma hayret eden Mürüvvet Ali Paşa Şücaeddin-i Veli’nin elini öperek ayrılmış.

Bu ayrılıştan kısa bir süre sonra Paşayı ve ordusunu düşmanları bir kulede sıkıştırmışlar. Önü düşman, arkası ise uçurum imiş. Paşa çaresiz kalınca, atını uçuruma sürmüş. Kaleden onu salimen yere indiren Şücaeddin-i Veli’nin eli imiş. Elini öperken parmağında gördüğü yüzüğünden tanımış.

Paşa görevini yaptıktan sonra Veli’nin yanına gelmiş. Veli’ye şükranlarını “Senin mezarını altın ve gümüşten yaptırsam azdır.” şeklinde belirtmiş. Paşa ölünceye kadar Veli’nin yanında kalmış. Veli ölünce onun türbesini ve mezarını yaptırmış. Türbe bir sıra sarı taş(altın), bir sıra beyaz taş(gümüş) tır. Kendi mezarı da Veli’nin yanındadır. Veli’nin yüceliğine izafeten türbesi büyük olarak yapılmıştır.

Lületaşı Efsanesi
Efsaneye göre lületaşını ilk bulan ve bu taşın yer altı yolunu ilk ortaya çıkarının bir köstebek olduğu söylenir. Anlatılan efsane şöyledir:

Bir gün genç bir çoban bölgenin Karatepe yöresindeki köylerine gitmektedir.Genç çoban yorgun düşer,acıkır,oturur;azığını çıkarıp yemeğini yemeye başlar.O sırada,topraktaki bir delikten bir canlının aktaş toprakları yüzeye çıkarmaya çalıştığını görür.Çoban bunlardan birine eline alır ve çakısıyla yontmaya başlar. İlk çakı darbesiyle taş birdenbire ayın on dördü gibi güzel bir kız oluverir. Kız dile gelir ve "Ah insanoğlu bana kıymasaydın!" diye bağırarak köstebeğin açtığı delikten içeri girip kaybolur. Delikanlı da kızın ardından başlar deliği eşelemeye. Günler geçer delikanlıdan haber alınamaz. Delikanlıyı arayan köylüler yerin yedi kat altında bu daracık kuyuda boğulmuş olarak bulurlar. Elinde sıkı sıkı tuttuğu ak taşları ile birlikte avuçlarında sımsıkı tuttuğu bir parça lületaşı varmış. O günden beri her lületaşı parçasında, çobanın ölümüne sürüklendiği sevdanın izlerini görmüş köylüler.

Lületaşı işleyenler için bu efsanenin anlamı büyük. Lületaşını yedi kat yerin dibinden çıkaran köstebeği, sanatlarının öncüsü ve pirleri olarak kabul ediyorlar.